metruk binanın altıncı katındaki ışığı yanan odadan;

0

Merhaba… Ancak ağzına basarak susturabildiğim gecelerin birinden, merhaba sana. Nasılsın, iyice misin? Ah tabii ahmak kafam, nasıl cevap vereceksin ki? Sen göremezsin hiçbir şekilde, harflerimin sana işaret ettiklerini. Bu da senin lanetin… Biliyor musun bu aralar zihnimde bir cümlenin yankısıyla dolaşıyorum hep. “Havalar da yağacak gibi…” Evet buralar soğuk ve ben bu devrik cümleyle maksatsız yürümekteyim hayatın alelacele düzenlenmiş dekorlarında. Oysa sen kim bilir hangi ten uyuşmazlıklarında üşümektesin? Hadi bulutu da geçtim, meteoroloji bültenlerinden nem kapar olmuş insanlar. Herkesin kendine özgü bir paranoyaklığı, ayrıca da kapı gibi doktor raporları var altında psikolog kaşesi bulunanlardan. Beşeri acılarımıza, doğamızdaki hüzünlere, ömür seyahatinde başımızdan geçenlere bir uzman yardımıyla ad koyuyoruz hep birlikte. Toplumsal bir buhrana, tıbbi terimlerle kılıflar uyduruyoruz. Bir de reçetelerimize süslü püslü birkaç ilaç yazdırıp sonra da o rengârenk ve de içi boş baloncukları nöbetçi iyilik meleklerinden tedarik ederek külliyen hapı yutuyoruz. Malum ya şu Placebo zırvalığı…
Yukarıdan biri parmaklarını şıklattığında sona erecek olan bir masalın fertleriyiz sanki. O vakte kadar kendi sahamızda top dolaştırıyoruz, tamamen zamana oynuyoruz yani. Son düdük çalana dek ne kadar acımışsak, kârdır… Son nefesin hikmetini ne denli anladıysak… Öyle ki biz; yaşamın başlangıcını ve gelişimini nasıl hatmettiysek, nasıl tamamladıysak o fani belleklerimizde şimdilerde bitimi akla yatırmaya çalışır olduk. Ondan da kusur kalmadık yani. Müthiş senaryolarımız mevcut bununla ilgili. Hatta tarih bile konulmuş mayası bozuk bir kavmin takvimiyle, ‘Marduk’ diye kötü ruhlu bir meteor bile var bizim gezegene bodoslama dalmak için sotede bekleyen. İnsanların bunca komplo teorileri ürettiği bir dönemde ister istemez benim de zihnimi bir soru işareti eşeliyor, hal böyleyken;
-Peki son’u bilseydik, her şeyin nihayetleneceği an bize tebliğ edilseydi ne olurdu?
 
Örneğin ben bu beyaz kâğıdın karşısında durur muydum saf saf? Yok hayır, onca mesafeye rağmen kalkar sana gelirdim. Sana gelirdim, avucumda son nefesimle!
O metruk binanın altıncı katındaki ışığı yanan odada;
 
Düşünüyorum da bazen bizi, bizim öykümüzü… [Hani bir adam vardır, kadın onu arar ömrünce. Bulamaz yıllar yılı ve bir gün öldüğünü öğrenir. Falanca yerdedir mezarı, kalkar gider ilk fırsatta. Adını sorar mezar görevlisine, tek tek bakar kabirlere. Fakat hiçbir yerde yok, göremez bir türlü. Birden en köşede, boynu bükük bir mezar taşı dikkatini çeker. (Mezar taşlarının boynu bükük olur mu? Olur ulan olur!) Oraya doğru yönelir hemen, hiçbir isim yoktur taşın üstünde. Sadece şu yazar; “Geç kaldın…”] hep böyle bir sahne canlanıyor gözlerimin önünde. Gözlerim; replikleri bütünüyle unutulmuş iki film, bir arada! Düşünüyorum da bazen bizi, tüm bu olmazları. Mesela diyorum; sevdiğin şarkıların hepsi dijitalleşmeden önce bir fasıla gitseydik seninle beraber. Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde çevredeki evlerin duvarlarına çarpa çarpa ortadan kaybolurdu da sözlerimiz, sessizliğe gömülürdük. Melodiler bir süre sonra mp3 adı altındaki çöplüklere dönüşür. Fakat bu olmadan, seninle gerçek bir tını dinlemek isterdim ben bizzat. Kanlı canlı şöyle! İsterdim ki enstrümanlar birbirlerinin canlarına kastedercesine çalsınlar ve hiç tatsızlık çıkmasın. Bu olağanüstü besteye senin adını verirdim belki. Ardından da muhtemelen notalarını kaybederdim, kaybederdim… Ne gülüyorsun hep böyle olmaz mı?
O metruk binanın altıncı katındaki ışığı yanan odada;
 
Neden yazıyorum tüm bunları sana? Nasıl başladım ben kalemle yarenliğime? Gayem neydi, bunca kelimeyi kanatarak aslında neyi amaçladım? Hayatımdan geçen kadınlar tekrar bir fikir yürütmeliler bana kalırsa. Ben o tepkisiz adam, onca inkâr edilmiş işkencede çıtı dahi çıkmayan ben, inim inim inliyordum bir iç hastalık karşısında; adı aşktı. Ne tıpta ne de Allah’ta bulunmuyordu dermanı. Bu yaranın ilacı, yine başka bir candaydı. Sendeydi… Seni anlattım durdum sana, kör bir alıcıya mal satar gibi. Güzelliğinin farkına varman için; yeni bir alfabe, yeni renkler, yeni hisler yarattım.
“Öyle bir anda durmuş ki gardaki saat
Akrebin de yelkovanın da ruhlarına tahribat
Şimdi git gidebilirsen
Asıl seninle vakit öldürende kabahat…”
 tarzı klasik şiirlerden bugüne, bugünüme dek kusursuz sancılar peydahladım. Her aşkta biraz rol almak, her aşktan biraz rol çalmak uğruna tüm karakterleri kabul ettim. Aldanan da oldum aldatan da. Seven de sevilen de. Giden de, kalan da ve galiba arafta duran da… Rakibini nakavt eden de oldum, havlu atan da… Sana gelene dek bütün figüranlıkları yaptım kısa metrajlı aşklarda.
Hayatta bazı şeyler…
Pardon pardon… Hayatta her şey;
An meselesi.
 
Bak şimdi ben bu metruk binanın altıncı katındaki ışığı yanan odada; hâlâ senden dert yanıyorum beyaz kâğıtlara. Mümkünse iyi bak oralarda sen’ime ve kal düşlerimle…
Adres;
Birbirini hiç tanımayanlar durağı
Kalbinin kilden coğrafyası
Gündüz apartmanı
No; 21/3

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.