Ey Aşk! Bırakma Beni

0

Al getir ötelerden beni bana, ey aşk! Sanrılarımın zindansı korkularından çek çıkar beni… Erişilmez dağların koynunda saklı müşfik suları getir bana… Efsunlu dağların duruluğunu getir ki, gurur zindanlarının küf karasına bulanmış kalbim yıkansın avuçlarında.

 

Ey aşk, bırakma beni bana… Nefsin çelikten sandukası, ateşinin kızıl pençeleri arasında parçalansın… Beni bana getir ey aşk, beni senli zamanların külkedisine çevir… Dünya damında köle olmaktan çıkarıp aşka köle kıl beni… Karlar arasından fışkıran bir kardelene dönsün gövdemin karanlık çehresi.

 

Zihnimi târümâr edercesine dokun bana ey aşk… Hüdâi’nın sadrını doldurduğun gibi doldur aciz sînemi. Yüreğimi yerinden sökercesine; zamanın en ünlü kadısının şöhret sarhoşu olmuş yüreğine dokunurcasına dokun bana ey aşk. Silkele bedenimi bir kuru yaprak gibi. Yak ellerimi; yüreğimi yak tıpkı zihnimi yaktığın gibi… Ötelerden koş da gel bana, cihan sultanlarına gönül sultanlığı verdiğin gibi…

 

Ey aşk!

 

Hüdâi’nin gönül kapısından geçip gel bana… Sırlar kapısından bir sırlı dokunuş getir yüreğime…  Bir gül yaprağı yeşert ki derûnumda,  Hüdâi’nin yürüdüğü yollar üzere var et beni… 

 

Hüdâi ki, şanlı kaftanıyla yürür yeşil gövdesinde Bursa’nın… Hüdâi ki; sayfalar dolusunca kitap, kitaplar dolusunca bilgi sahibi olmanın kibri dökülür varlık sarayından.  Adaletin elleridir Hüdâi’nin zihninde ilme dair var olan… Hüdâi Bursa’ya kadı; Hüdâi, Bursa halkının adâlet dağıtıcısı. Hüdâi görkemli dünyasında fukaralığa esir,  Hüdâi makamının haşyetine kapılmış gurur zindanlarında sefil… Hüdâi mektepler okumuş, Hüdâi mektepler okutmuş…  

 

Ey aşk! Hüdâi, bilginin zirvesinde iken senin uğramadığın sokaklarda nefsin sultanı olmuş.

 

Ey aşk! Hüdâi aşk mektebinde aşkın yoksunu düşmüş…

 

Gün ki doğmuş fizik âlemin ötesinden… Gün ki şaşırtmış zamanın ilim abidesini, gün ki deli divane kılmış aklın her köşesini… Hüdâi, sığmaz olmuş yere göğe o vakit…

 

Hani ki Bursa kadısı iken ve görkemli bir hayat sürer iken Mahmut Hüdâi, bir hanım çalıvermişti kapısını; “Benim kocam yalan söylüyor” demişti, “kadı efendi, vakit bu vakittir; boşayın beni.”

 

Kadı tez çağırtmıştı kadının kocasını ve “bir de sen söyle” demişti ona, “nedir bu işin aslı ahvâli?”

 

“Efendim” demişti karşısında eğilip bükülen adam, “Ben gerçekten de üç gün içinde Hacca gidip geldim.”

 

“Arife gününden bir gün önce yola çıkıp Hacca nasıl gidersin be hey adam?” diye hiddetlenmişti kadı… Adam sakindi, verdiği cevapta da vakarını korumuş ama sözleriyle kadıyı bir derin kuyuya adeta hapsedip bırakmıştı.

 

Hacdan bir iki güne varmaz gelenler olacaktı. Onlara emanet olarak verdiği eşyalar elbet adamın doğruluğuna delil olacaktı. Gidenler döndü, emanetler yerini buldu… Kadı ilminin sınırlarını aşan bu hâl üzere şaşkına döndü.

 

İyi ama nasıl olurdu?

 

Adam anlattı işin doğrusunu kadıya… “Benim” dedi, “yüreğim çok yandı kadı efendi… “son güne kadar beni de hacca bir götüren olsa diye bekledim ama kimse götürmedi. Hacılar da gitti. Aradan bir ay geçti. Ben hâlâ aynı yangınla yanıyordum. İşte o sırada Üftâde Hazretlerine rastladım. O benim yangınımı anladı ve elimi tutup beni bir anda Mekke’ye götürdü.” dedi.

 

An o andı ki ateş düşmüştü Hüdâi’nin gönlüne. Zamanın en derin bilgisine sahip olan kadının acizliği çarpmıştı gururun çehresine…

 

Sığmaz oldu kabına o günden sonra Mahmut Hüdâi. Tez düşüp yollara; dayandı Üftâde kapısına… “Seni istiyorum” dedi, “ey Allah’ın sevdiği, kapına kabul et beni.”

 

Üftâde’nin bakışlarında aşkın ateşi, yüreğinde hikmet denizlerinde ışıldamış inci misali vakar…

 

“Olmaz” dedi Mahmut’a… “sırtında kaftanın, yüreğinde gurur sancağın varken bu kapıdan giriş yok sana…”

 

Hüdâi’nin sırtında sırma işlemeli kaftan, Hüdâi’nin gönlünde bir dilek çağıltısı ki aşk diye akan…  Arıyordu, istiyordu, yanıyordu Hüdâi… Aşkı aşkın sahibinden öğrenmek lâzımdı gayrı… Aşk ehlinden Hakk’a varmanın yolunu öğrenmek lâzımdı. Lâkin sırma işlemeli kaftanın verdiği kibre yenik düşmüş kalp ile bu iş olmayacaktı… Kadı Mahmut, nefsin kırbacını aldı eline Üftâde dergâhından… Henüz bir küçük filiz iken aşkın dileği kalpte, o küçücük filiz, kökleri sağlam bir ağaca çevrilmeliydi.

 

“Hizmet” dedi Yaradan, “hizmet” dedi Üftâde’nin himmet dolu nazarları Mahmut’a…

 

Kadılıktan kopmuştu kopmasına da sırma işlemeli kaftan sırtında, sokak sokak, pazar pazar ciğer sopası omzunda dönüp dolandı Mahmut… “Deli” diyorlardı insanlar ona, “Bursa kadısı, zamanın en bilgini, şan şöhret sahibi insan aklını yitirdi.” diyorlardı.

 Bütün bunlara rağmen dur durak bilmiyordu Mahmut Hüdâi… Girdiği yol çetindi… Nefsi ıslah etmek kolay değildi. Gâh ciğer sattı, gâh hamal gibi yük taşıdı irşad yolunda… Dergâhın tuvaletlerini temizlediği bir gün, sokaktan geçen bir tellâlın sesi bütün avluyu doldurmuştu. Tellâl, Bursa’ya yeni bir kadının atandığını duyuruyordu. O an, nefsinin Mahmut’a son darbesini indirdiği andı. “Sen!” diyordu nefsi ona, “devam et tuvaletleri temizlemeye. Bak başkaları senin koltuğuna çoktan oturdu bile!”  Nefsinin bu son saldırısına hazırlıklıydı Mahmut, “Sen bu hizmetlere dahi lâyık değilsin.” dedi kendi kendine…  

Aşka yelken açmıştı madem, aşkın zirvesine taşıyacaktı gönül dergâhını… Zikirdi Hakk yolda tekâmül bulmanın yolu ve hizmetti zikrin ayak sesleri… Ne zikir hizmetsiz, ne hizmet zikirsiz düşünülürdü… Kırbacını her vuruşunda Hüdâi varlık kaftanına, bir adım daha yaklaştı Yaradan’ına… Aşk için görkemli dünyasının yalancı suretine yüz çevirmiş, hakikate uzanan hikmet perdelerini aralamıştı…

 

İşte bu hissiyat işlendi Hüdâi’nin zaman gergefine, tekâmülü öyle bir seviyeye ulaştı ki, hocasının abdest suyunu ısıtmakta geç kaldığı bir gün, ibriği göğsüne bastırıp öylece kapandı üzerine… Abdest suyu, odun ateşinde değil aşkın ateşinde ısınmıştı bu kez. İrşadı tamam olmuştu gayrı Hüdâi’nin… Hocasının duası üzere padişahlar yürümüştü ardınca… Manevî tekâmülün zirvesine taşımıştı; aşkla, şevkle Hakk için attığı her adım onu… O ki Hakk’a âşık, o ki aşk yolunun ehil yolcusu…

 

Hüdâi ki aciz gönlümle gıpta ettiğim, Hüdâi ki aşkının ateşine hayranlık beslediğim, Hüdâi ki Sevgilime sevgili… Hüdâi ki varlık kaftanını yokluk hazinesinde yere sermiş bir büyük velî…

 

Ey aşk!

 

Duy ki şimdi sesimi; Hüdâi’nın sadrını doldurduğun gibi doldur aciz sînemi… Ben ki seni diledim, seni istedim yangınlar yanarken katran karası yüreğimde… Lâkin yetmedi, yetişmedi sâfî seni dilemek… Değil mi ki nefsin kabzasından zikirsiz ve hizmetsiz kurtuluş yok… Öyleyse beni bana getir ey aşk… Beni senli zamanların külkedisine çevir… Hizmet kapıları aralansın gözlerimin önünde. Muhayyileme Hakk yola yazgılı güzellerin güzelliğini getir. Sınırlarımı sen arala ey aşk! Beni Hakk yol üzere yaşamak için, beni başkalarına hizmet üzere yaşamak için, beni hemen şimdi, şu dakikada sarıp sarmala ey aşk. Sar ki beni, gönül servetimin sonsuzluğunda dirilsin Allah için yapabileceklerim…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.